Anasayfa » ‘Büyük Dilsiz’ Konuşmalı mı?

Yazı Hakkında

Başlık: ‘Büyük Dilsiz’ Konuşmalı mı?
Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi (s.3)
Tarih: 05 Temmuz 1995, Çarşamba

Yazı

HAFTAYA BAKIŞ

AHMET TANER KIŞLALI

‘Büyük Dilsiz’ Konuşmamalı mı?

Bir davranışı değerlendirirken, şu üç soruyu yanıtlamak gerekir:

Davranışın sahibi olan kişi ya da kurum, acaba niçin böyle bir davranışta bulunmak gereğini duydu? Davranışın biçimi doğru mudur? Davranışın içeriği doğru mudur?

Genelkurmay’daki toplantıya, Ankara’da olmadığım için gidemedim. Ama Orgeneral Ahmet Çörekçi‘nin sözlerini dikkatle okudum…

Değerlendirirken, ideolojik ve duygusal etkilerden sıyrılmaya çalışmakta yarar var. Doğru anlamak, “doğru tepki”nin ilk koşuludur!

★★★

Genelkurmay niçin bazı “mesaj”ları, topluma “doğrudan” iletmek gereğini duydu?

Sorunun yanıtı bellidir: Hükümetin inandırıcılığı kaybolduğu, otoritesi büyük ölçüde kalmadığı için!

Güçlü bir “sivil iktidar” zamanında, ne Necdet Menzir o sözleri -basının önünde- ederdi ne de Sayın Çörekçi… Düşünceler ya da uyarılar, ast-üst ilişkisi içinde iktidara yansıtılmakla yetinilirdi. Ondan sonrasının, iktidarın sorumluluğunda olduğu bilinirdi.

Ama kapalı kapılar ardındaki konuşmaların, “hiçbir” önemi ve anlamı kalmadığına inanıldığında; o düşüncelerin kapının önünde söylenmesini doğal karşılamak gerekir. İşleri o noktaya getirmiş bir ‘iktidarsız” hükümetin de zaten o davranış sahiplerine yapabileceği bir şey kalmamış demektir!

★★★

Davranışın biçimi doğru mudur?

Hayır!.. Olay, basın yoluyla halkı bilgilendirme çerçevesini aşmıştır. Siyasal kararları “açıktan” etkileme niyeti, işin içine girmiştir.

Bu tür açıklamalar, demokratik bir ülkede yapılamaz mı?

Elbette ki yapılabilir. Örneğin ABD’de, askerler Meclis komisyonlarına “uzman” olarak katılabilirler. Soruları yanıtlarlar. Düşüncelerini açıklarlar.

Doğru olan, düşüncelerin doğrudan halka değil, halkın temsilcilerine aktarılmasıdır! Yani, karar verme yetkisine sahip olana ya da olanlara aktarılmasıdır.

Ama biçimdeki bu yanlışlıktan dolayı “öncelikle” suçlanması gerekenler, askerler değil, onları böyle bir davranışa “iten” sivillerdir! Özellikle de bir Menzir olayının üzerine sünger çeken hükümet ve neredeyse o davranışı “öven” siyaset adamlarıdır… İşin nereye kadar gidebileceğini göremeyen “at gözlüklü”lerdir.

★★★

Davranışın içeriği doğru mudur?

İstanbul Emniyet Müdürü, doğrudan bir bakanı ve o bakanın partisini suçlamıştı. Üstelik, genel müdürü de ona -kamuoyu önünde- hak vermişti.

Oysa Genelkurmay İkinci Başkanı, kimseyi suçlamıyor. Saygısızlık etmiyor. Görüş açıkladıktan sonra da kararın Meclis’e ait olduğunu vurguluyor.

Polis müdürünün, bir polisinin öldürülmesi karşısında. üzüntüsünden ölçüyü kaçırma hakkı var da… Yıllardır Güneydoğu dağlarında şehit veren ordunun bir komutanının, o sorunun çözümü ile ilgili düşüncelerini söyleme hakkı yok mu?

Ve eğer onların bu hakları varsa, Cem Boyner‘in -bir parti önderi olarak- “Ben olsam bu sözleri söyleyenleri emekli ederdim!” deme hakkına kim karşı çıkabilir?

İlk çıkan çiviye göz yumarsanız, çiviler birbiri peşinden düşmeye başlayınca, yapacak bir şeyiniz kalmaz!

Peki, ünlü “8. madde” kalkmamalı mı? Şiddete karşı da olsa, bazı düşüncelerin sahipleri hapislerde mi çürümeli?

Tarih örnekleriyle doludur: Düşüncelerin tartışılmasından şiddet doğmaz! Ama tartışarak bir çözüm bulma umudunun yok olduğu yerde, şiddetin kendisi giderek “tek umut” olur!

★★★

Atatürk-İnönü döneminde, ordu siyasetin dışındaydı.

27 Mayıs’a kadar, komutanların oy hakkı bile yoktu. Orgeneral Cemal Gürsel, ünlü “uyarı”sını -zamanın Milli Savunma Bakanı’na- “gizli” bir mektupla yapmıştı. Milli Güvenlik Kurulu, askerlerin düşüncelerini iktidara aktarabilmeleri için, “olağan dışı” yollara gerek kalmaması amacıyla oluşturuldu.

Ama ne 12 Mart’lar önlenebildi ne de 12 Eylül’ler!..

Siyasetin iki yasasını unutmamak gerekir:

Bir… Şiddetin yükseldiği yerde, demokrasi gerileri!

İki… Kendi kendilerini yönetemeyenler, başkaları tarafından yönetilmeye “davetiye” çıkarmışlar demektir!

Orijinal Görsel

Yorum Yaz

Yorum yaz