Anasayfa » İSKANDİNAV ÜLKELERİNDE SOSYALİSTLER, REFORMLAR YOLUYLA KAPİTALİST DÜZENİN SİVRİLİKLERİNİ TÖRPÜLEDİLER
Ahmet Taner Kışlalı Yazıları BATI'DA DEMOKRATİK SOL Cumhuriyet Gazetesi Köşe Yazıları

İSKANDİNAV ÜLKELERİNDE SOSYALİSTLER, REFORMLAR YOLUYLA KAPİTALİST DÜZENİN SİVRİLİKLERİNİ TÖRPÜLEDİLER

Yazı Hakkında

Başlık: İSKANDİNAV ÜLKELERİNDE SOSYALİSTLER, REFORMLAR YOLUYLA KAPİTALİST DÜZENİN SİVRİLİKLERİNİ TÖRPÜLEDİLER
Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi (s.4)
Tarih: 11 Temmuz 1974, Perşembe

Yazı

BATI’DA DEMOKRATİK SOL

Doç: Dr: Ahmet Taner KIŞLALI

İSKANDİNAV ÜLKELERİNDE SOSYALİSTLER, REFORMLAR YOLUYLA KAPİTALİST DÜZENİN SİVRİLİKLERİNİ TÖRPÜLEDİLER

  • «İsveç, Norveç ve Danimarka’da sanayinin gelişmesindeki gecikme, sosyalist hareketin gelişmesini güçleştirmiştir. Her üç ülkede de sosyalist partiler iktidara ulaşınca ihtilâlcilikten tamamen uzaklaşmışlar, öteki partilerle işbirliği yapmak zorunda kaldıklarından gittikçe ılımlı hale gelmişlerdir.»

Kısaca göz gezdirdiğimiz üç İskandinav ülkesinde de kendilerini sosyalist olarak ilan eden partiler, iktidarda büyük rol oynadıkları halde, tarafsız bir bakışla bir «İskandinav sosyalizmi»nden sözetmek olanağı yoktur. Fakat bu ülkelerde saf bir kapitalizm olduğu da söylenemez.

İsveç, Norveç ve Danimarka rejimlerinin dayandığı iktisadi düzen öyleyse nedir? «Refah devleti veya sosyal devlet» diye nitelendirebileceğimiz üçüncü bir yol.

İktidarda çok uzun süre kalabilen sosyalistler, birçok reformlar yapmışlar, kapitalist düzenin sivriliklerini törpülemişler, onların muhalifleri ise bu yapılanları bozmayı hiçbir zaman düşünmedikleri için «toplumsal adalet» ile «özgürlük» kavramlarını aynı rejim içinde gerçekleştirmek olanağı doğmuştur.

Toplumdaki «egemen» ve «ezilen» sınıflar bir anlamda ortadan kalkmış, her sınıfın hakkını koruyabildiği, ulusal gelirin oldukça adil dağılımı sonucu herkesin insanca yaşayabildiği bir düzen doğmuştur.

Sınıflar arasındaki büyük maddi ve manevi farkların ortadan kalkması, sınıf düşmanlığına da büyük ölçüde son vermiştir. Sosyalist iktidar ile tutucu muhalefet arasında ana sorunlarda görüş birliği olması ve siyasal yaşamın büyük kararlılık kazanması da bundandır.

Her üç ülkede de sanayiin gelişmesindeki gecikme, sosyalist hareketin gelişmesini zorlaştırmıştır. Her üç ülkede de sosyalist partiler iktidara ulaşınca ihtilalcilikten tamamen uzaklaşmışlar, başka partilerle işbirliği zorunda kaldıklarından gitgide ılımlılaşmışlardır.

Gerçi bugün İskandinav ülkelerinde gerçek anlamı ile bir sosyalizm yoktur; Ama birçok ülkenin gıpta ettiği «refah devleti» ancak sosyalistlerin iktidara gelişleri ve orada uzun süre kalışları sayesinde elde edilmiştir.

SONUÇ

Bugünün Batı Avrupa’sında, komünist partiler dışında kalan sosyalistlerin genellikle emperyalizme karşı çıkmaktan çok komünizme cephe aldıklarını, yavaş yavaş birer «orta sınıf» partisi haline geldiklerini söylemek mümkün. Güçlü bir Komünist Partisinin bulunduğu ve bu nedenle işçi sınıfının desteğinden sosyalist partilerin yoksun kaldığı ülkelerde, söz konusu ortaya kayış eğilimi daha da güçlüdür. Eğer bugün Fransa’da sol partiler ortak bir program üzerinde anlaşabilmiş ve bir «Halk Cephesi» oluşturabilmişlerse, bu daha çok Komünist Partisi’ndeki değişiklikle olanak kazanmıştır. Bu değişiklik Moskova’ya olan bağımlılığın azalması ve çoğulcu demokrasinin kurumlarının kabulüyle ilgilidir. Batılı sosyalistlerin, «Bugünün toplumunda gerçek iktidar kapitalistin değil, teknik adamların elindedir» diyerek, marksist analizin önemli bir bölümünü artık geçerli saymadıkları da bir olgudur. Ama bu ortak noktaları dışında, birbirlerinden oldukça kesin çizgilerle ayrılan üç ana eğilim görüyoruz:

1- Birinci grupta olanlar, aslında kapitalist düzene karşı değillerdir. Düzeni değiştirmeden, biraz olsun emekçilerin yararına çalışır hale getirmek istemektedirler. Sınıf çatışması düşüncesi ortadan kalkmamakla beraber çok yumuşamış, ılımlı olmuştur.

2- İkinci grupta olanlar gerçek bir karma düzen savunanlardır. Bazı alanlarda devletleştirmeye gidilmesini, sosyalizmle kapitalizmin denge halinde olduğu bir düzenin kurulması için bazı temel reformların yapılmasını isterler.

3- Üçüncü grup düzenin tamamen değiştirilmesini savunanlardır. Yani devrimcilerdir. Fakat, devrimin şiddet yolu ile ve kısa zamanda değil, uzun süre içinde reformlarla, özgürlüklerin özüne dokunmadan gerçekleşecektir. Marksizme bir noktada karşı çıkar, sosyalist bir düzene geçiş için «emekçi diktatörlüğü»nün şart olmadığını söylerler.

Çok partili sistemlerde bu üç eğilimden birisinin herhangi bir partiye egemen olduğu söylenebilir. Ama İngiltere’deki gibi iki partili sistemlerde her üç eğilime de aynı parti içinde rastlamak olanağı vardır. Bu, parti içindeki sürekli bir mücadeleyi kaçınılmaz kılar.

Batı ve Biz

Türkiye’de ilk kez, egemen sınıfların (yani ekonomik gücün) temsilcisi durumunda bulunmayan bir hükümet iş başına geldi. Bu hükümet, kapitalist kalkınma yönteminin girdiği çıkmazlara bir tepki olarak oluşmuştur. Kapitalizme tepki olarak doğan Batılı siyasal iktidarların, kapitalist sistemi temelden değiştirmeye yönelmediklerini görüyoruz. Amaç, kapitalizmin toplumda yarattığı sivrilikleri törpülemek, sistemden emekçiler ve tüm ezilenler yararına tavizler koparabilmek olmaktadır.
Bu gibi ülkelerde iç sömürü, dış sömürünün yanında oldukça küçük kalıyor. Dolayısıyla egemen sınıfların, iç sömürünün azalması pahasına bazı tavizler vermeleri olanağı vardır. Bu tavizler bir yandan sol iktidarların geniş halk tabakalarının yaşantısında düzeltmeler yapmalarını sağlayarak, siyasal iktidarın sürekli bir alternatifi olmaları sonucunu doğurmuştur; öte yandan da, kapitalist sistemi daha tahammül edilebilir bir hale getirerek, sürebilmesine olanak vermiştir. Ne var ki, gerçek bir sosyal adalet sağlanamamakta, ücretli tabakaların yaşam düzeyleri yükselmekle birlikte, sınıflar arasındaki gelir farklılıkları artmaktadır.

Geri kalmış ülkelerin dış sömürü olanakları bulunmadığı, daha öte bizzat kendileri sömürü konusu oldukları için, Batıdakine benzer bir yol izlemeleri düşünülemez. Zaten bu gibi ülkelerde egemen sınıflar, kendilerine karşı siyasal örgütlerin iktidara demokratik yoldan ulaşmalarına genellikle izin vermemektedirler. Yunanistan’da da görüldüğü gibi, genel oy mekanizması kendi aleyhlerine işlemeğe başlayınca, kendilerini iktidarda tutacak başka bir mekanizmaya dayalı yeni bir rejim kurmaktadırlar.

Allende örneği

Türkiye’de olduğu gibi, Şili’de de, demokratik geleneğin göreli eskiliği ve özel bazı koşullar; egemen sınıflara tepkiyi temsil eden bir hükümetin kurulmasına olanak vermiştir. Allende iktidarı, Batı örneği bir tavizli kapitalizmin kendisi için söz konusu olamayacağını herhalde biliyordu. Ekonomik gücün kısa sürede el değiştirmesi için devletleştirme hareketlerine girişti. Kısa bir sürede silinip gitmeyi gönül rızası ile kabul edemiyecek olan egemen güçler, sol ortaklığın iktidardan yakın bir gelecekte uzaklaştırılmasının özgür seçimlerden beklenilemeyeceğini anlayınca paniğe kapıldılar. Sosyo-ekonomik yapı, içten ve dıştan çabaların etkisiyle tam bir «anarşi» içine düştü. Sonuç bilinmektedir.

Rejimler ve güç dengesi

Tarihsel hataların tekrarlanmaması için, siyasal rejimlerin sosyolojik temellerinin iyice bilinmesinde yarar vardır. Her rejim, ülkedeki toplumsal güçlerle siyasal iktidar arasındaki belirli bir dengeye dayanır. Rejimin sürekliliği, en güçlülerin iktidarda olmasıyla olanaklıdır. Denge değişip, iktidardakilerden daha büyük bir toplumsal güç ortaya çıkarsa, yeni dengeye uygun bir biçimde iktidar el değiştirebilmelidir ki, rejim devam edebilsin. Eğer bu yol tıkanmışsa, o rejim yıkılmaya mahkumdur.

İktidarın özgür seçimlerle belirlenmesi ilkesi, en büyük toplumsal gücün en çok oyu toplayacağı varsayımına dayanır. Yani toplumsal gücün belirlenmesinde ölçü, topladığı oy oranı olmaktadır. Toplumsal evrim, güç dengesini bir süreç içinde ağır ağır değiştirdiği için, şiddet yolunun meşrulaşmaması, bu yolun tıkanmamasına bağlıdır.

Bu kuramsal çerçeveden hareketle şunu söyleyebiliriz: Her toplumsal güç, rejim içinde gücü oranında etkili olabilmelidir ki, rejim istikrarlı ve toplumsal barış da sürekli olabilsin. Bütün toplumsal patlamalar, rejimlerin değişen güç dengesine kendilerini uydurmada zorluk çekmelerindendir.

Demek ki, mevcut ekonomik iktidara bir tepki olarak doğan siyasal iktidarlar, egemen sınıfların gücünü gözönüne almak zorundadırlar.Bu konudaki yanlış değerlendirmeleri ve acelecilikleri sadece kendileri değil, onlarla beraber rejim de öder. Üstelik tarihsel bir fırsat -birkaç kuşağın ızdırabı pahasına- kötü kullanılmış olur.

Örnekler, ekonomik iktidarın temsilcisi olmayan siyasal iktidarların fazla yaşayamadıklarını göstermektedir. Ekonomik iktidarı ele geçirmeye yönelmezlerse oy gücüyle, ekonomik iktidarı çok hızlı bir biçimde ele geçirmeyi denediklerinde de silah zoruyla son bulmaktadırlar. Öyleyse Türkiye, eline geçen tarihsel fırsatı değerlendirmek için, tarihsel bir sentez yapmak durumundadır; Ekonomik iktidarın, toplumsal hiçbir gücün umutsuzluk içinde paniğe kapılmasına sebep olmadan el değiştirmesinde zorunluk vardır. Bu demokratik sentezde, hem toplumsal güç dengesi harekete geçirilen bir süreç içinde değişmeli, sosyo-ekonomik yaşam bir kaos ortamına düşmemeli ve şiddet yolu açılmamalı; hem de kalkınma sağlanarak geniş kitleler (orta sınıf dahil) hoşnut edilmelidir.

Y A R I N :
Yeni bir model mi?

Orijinal Görsel

Yorum Yaz

Yorum yaz