Anasayfa » Paris’te 10 Kasım…

Yazı Hakkında

Başlık: Paris’te 10 Kasım…
Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi (s.3)
Tarih: 13 Kasım 1998, Cuma

Yazı

HAFTAYA BAKIŞ

AHMET TANER KIŞLALI

Paris’te 10 Kasım…

10 Kasım’ı bu kez Paris’te yaşadık.

Fransız Senatosu’nun Clemenceau Salonu’nda… Tıklım tıklım dolduran bir kalabalığın önünde..

Yaklaşık üçte ikisi Fransız olan bir dinleyici kitlesi.. On kadar Fransız senatör.. İçerde yer kalmadığı için Senato binasının kapısında umutsuzca bekleyen iki yüz kadar insan..

Toplantıyı, Dr. Demir Ongen’in yıllardır özveri ile yaşattığı Anadolu Kültür Merkezi (Centre Culture Anatolie) ile Senato’daki Fransız-Türk Dosttuk Grubu birlikte düzenlemişlerdi. Başlık “Regards Sur Atatürk” (Atatürk’e Bakışlar) idi.

Önce yabancı uzmanlar, sonra da bizler konuştuk.

★★★

Amaç “üçüncü bin yılın şafağında” Atatürk’ün nasıl göründüğünü tartışmaktı. Atatürk olayı yirminci yüzyılın başında neydi? Yirmi birinci yüzyılın eşiğinde ne anlam taşıyordu?

Ve asıl ilginç olan da, bizlerin değil “onlar”ın Atatürk’ü bugün nasıl gördükleriydi?

Alexandre Jevakhoff Atatürk’ün bir “iletişim sanatçısı” olduğunu savundu. Günümüzde artık kitle iletişiminin önemini bilmeyen devlet adamı yoktu. Ama Atatürk bunu daha yüzyılın başında anlamıştı. Ve “olağanüstü” bir başarıyla değerlendirmişti.

Bu konudaki bir araştırması kitap haline gelmiş olan Jevakhoff şöyle dedi:

“-Atatürk bir büyük iletişim ustasıydı. Bunu sanat haline getirdiğini, yaşamının ve yapıtının her aşamasında öyle büyük bir istenç ve etkililikle gösteriyordu ki, bir soru kaçınılmaz olmuştur; Nasıl başardı?”

Soruya verdiği yanıtın ise üç temel öğesi vardı: gerçekçiliği, etrafına topladığı insanların niteliği ve psikolojisi..

Ve ekledi:

“- Görüntü gücü ve çekiciliği ile, eğer bugün yaşamış olsaydı, TV’yi nasıl olağanüstü bir ustalıkla kullanabileceğini tahmin etmek hiç de zor değil!”

Çok sayıdaki ilginç konuşmalardan birisi de, Jean-Louis Bacque-Grammont’a aitti. Bir Osmanlı ve Türkiye uzmanı olan konuşmacı, özellikle bir noktaya dikkati çekti.

Atatürk’le tanışmış ya da “Kemalist Türkiye’ye gitmiş olan bütün Batılı gazeteci ve bilim adamları etki altında kalmışlardı. Ülkelerine döndükten sonra yazdıkları yazıların hepsi de övgü doluydu.

Ama daha önemlisi, bu insanların tümünün de “özgürlük ve demokrasi” yanlış kişiler oluşuydu..
Onların yazılarında, Atatürk’ün “hümanist” (insancıl) ve “uygarlıkçı” yanı hep asker kişiliğinin önündeydi. Hepsinin, okurlarına bir de ortak tavsiyesi oluyordu:

“Kemalist Türkiye’yi tanımak gerekir!”

Sayın Bacgue-Grammont, konuşmasının sonunda, Atatürk’ten, çok etkilenmiş öldüğü şu
tümceleri yineledi:

“Ulus kendine güvenini kazanmadıkça ve gelişmesini kendi başına yönlendirecek hiç kimseye gereksinmesi olmadan sürdürebileceğine inanmadıkça, benim eserim tamamlanmış olmayacaktır.”

Bacque-Grammont’a bir izleyici sordu:

– Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene!” sözü
ırkçı bir yaklaşımı mı yansıtıyor?

Yanıt kışa ve netti:

– Atatürk’ün, etnik yanı bulunmayan, yurttaşlık bağına dayanan bir Türklük anlayışı vardı..
Böyle bir anlayışın, Fransa’nın Fransızlık anlayışından bir farkı yoktur..

Ve izleyicilere, Kemalist Türkiye’de ırkçılığı yasaklayan bir yasanın bile çıkarılmış olduğu anımsatıldı.

★★★

İlk toplantıyı yöneten Georges Daniel, konuşmasının sonunda bir anısını anlattı.

1953 yılında Türkiye’deydi.. Ölümünden 15 yıl sonra Atatürk’ün bedeni Anıtkabir’e naklediliyordu. Ve on binlerce kişi ağlıyordu.

Sanki O dün ölmüş gibi..

Niçin?

Sayın Daniel, kendi sorduğu bu sorunun yanıtını verirken duygulandı:

– Çünkü O insanın, bütün yaşamını, sadece kendilerinin özgürlüğüne ve mutluluğuna adamış olduğunu biliyorlardı..

Orijinal Görsel

Yorum Yaz

Yorum yaz